Seyahat merakınız nasıl başladı?
Ben bir kere asker çocuğuyum, bizim hayatımız biraz oradan oraya giderek geçti. Böyle çok yerleşik düzenimiz olmadı, yani İzmirliyim ve çoğunlukla orada bulundum ama çok il değiştirdik falan dolayısıyla hava değişimine alışık bir bünyem var benim. Olduğu yerde sabit, dışarı çıkmaktan çekinen insan tipi vardır, hep aynı çevrelerde olan, ben onlardan olmadım hiçbir zaman. Bir de yine babamın görevi nedeniyle ben 15 yaşındayken- iki ay gibi bir süreliğine-, arabayla hem de bir Murat 124 ile Türkiye’den çıkıp (annem babam ve ben), Bulgaristan üzerinden Yugoslavya, Macaristan, Almanya, İtalya gezdik. Babam Nato görevlisiydi, Almanya’da işi vardı dur oradan İtalya’daki arkadaşları görelim derken biz uzun bir gezi yaptık arabayla. Hala hayatımın en güzel tatili odur derim. Ondan sonra çok yerlere gittim, çok güzel tatiller yaptım ama o Murat 124 ile yaptığım tatil kadar tatlı gelmez bana hiçbiri açıkçası.
Bütün bunları görmek insanı çok geliştiriyor. Bence, çocukların –ki ben 15 yaşındaydım- benim kızım da 38 günlükten beri bir yerele gidiyor. Hep diyorlar ki “ Ay bunu hatırlamayacak!”; ben de diyorum ki “Hatırlamak değil, onun duygu ve görsel hafızasına, beynindeki o kodlara her gördüğü işliyor aslında. Belli bir göz zevki, belli bir bilinç, belli bir doku gelişiyor çocukta.” Ben çok önemsiyorum çocukların seyahat etmesini o yüzden Ada (Berna Laçin’in kızı) çok seyahat eder.
Sonra, ben çok çalışmaya verdim kendimi, o dönem hiç seyahat edemedim. Çok para kazanıyorum ama harcayacak yer yok ve şöyle şeyler yapmaya başladım itiraf edeyim; mesela en ünlü mücevher firmasını çağırıyorum, adamlar ürünleri, bana sete getiriyorlar ben onların içerisinden seçip alıyorum çünkü kendimi motive etmeye ihtiyacım var. Sonra baktım ki öyle çok saat, mücevher almak beni yeteri kadar motive etmiyor. Tamam, hoşuma gidiyor bir süre ama olmuyor. O arada, kafamı dağıtmak için birkaç yere gittim ve baktım nasıl mutlu oluyorum! Ve beni hayatta motive edecek, yaşamdan en çok zevk aldığım şeyin seyahat olduğunu keşfettim. Ada’yı doğurduktan sonra kendimi geri çektim, çok fazla çalışmıyordum. O dönemde, Sunay’la biz tanıştık. (Sunay Babahan-Jabiroo.com Kurucu Ortağı) Sunay, tam bir seyahat gurusu. Sunay sürekli şuraya gittik, buraya gittik derken ben de “Sunay, nereye gideyim, ne zaman gideyim?” diye soruyordum ve o bana fikirler veriyordu.
Kendime dedim ki, “ben çocuğun büyümesini beklemem, çocuğumu da alır giderim.” Biz, çoluk çocuk maaile gezmeye başladık. Benim iş çevremde şöyle bir laf dolaşmaya başladı; ben mesela “Aa, o işi yapamam, bu işi yapamam hayır” diyorum; daha sonra bir dönem “Evet, evet yapabilirim” dediğimde, “Ne olacak, seyahat edecek paran mı kalmadı çalışmaya karar verdin” diyorlardı bana. Ben, seyahat etmek için çalışıyorum, parayı kazanınca ben zaten bir daha iş almıyorum çünkü önce bir seyahat etmem lazım.
Sizin seyahat yazılarınız kadar eşinizin çektiği fotoğraflar da çok konuşuluyor… Sizin ve eşinizin fotoğraf merakı nereden geliyor?
Tolga’yı, (Berna Laçin’in Eşi) fotoğraf merakı saldı bir dönem ve artık biz öyle bir hale geldik ki, ben neredeyse “Ya makinen, ya ben diyecektim.” En çok neyi kıskanıyorsun deseniz, fotoğraf makinesi derim çünkü Tolga, fotoğraf makinesiyle aşk yaşıyor, çıkıyor binlerce Kız Kulesi fotoğrafı çekiyor falan. Sonra dedim ki, bu böyle olmayacak bizim ortak bir noktada birleşmemiz lazım. Baktım adamın da fotoğraf makinesinden vazgeçeceği yok öncelikle, ben de fotoğraf çekmeye başladım, en azından eşlik edebileyim, öbür türlü onun saatlerce bir yerde kalmasını anlamıyorsun ya da durduk yere Yedi Göllere gitmek istemesini. Bunun için kursa gittim ama en çok Tolga’dan öğrendim.
Ben de artık bayağı fotoğraf çekebiliyorum ama Tolga’nın hakikaten farklı bir gözü var. Bakıldığında ben de sıkı bir fotoğrafçı oldum ama O’nun sayesinde. Bu sefer ne oldu, çocuğu alacağız yanımıza, çocuk sıkılacak, o zaman Ada’ya da öğrettik. Ada, otomatik falan değil, bütün ayarlarını manuel ayarlayarak fotoğraf çeker kaç yalından beri.
Üçümüz de fotoğraf çekince ne yapacaksın? Hep aynı yerde çekemeyeceğin için seyahate çıkacaksın! Bu sefer ne oldu, seyahate çıkmak için ayrı bir amacımız oldu ve biri bize bir fotoğraf gösterdiğinde, “oraya gidip fotoğraf çekmeliyiz”, diyoruz. Seyahat iki kat daha kıymetli bir hal alıyor, gittiğin yerde gezip görmenin dışında, fotoğraf çekme heyecanı duyuyoruz ailece. Durum böyle olunca, daha çok gezmek, yeni coğrafyalar keşfetmek istiyoruz. Eskiden, şurada güzel bir yemek yeriz diye düşünürken şimdi bir de, orayı da fotoğraflamamız lazım diyoruz.
Seyahat rotalarınızı nasıl belirliyorsunuz? Nelere dikkat ediyorsunuz?
Bir kere tabi bu işlerle çok ilgilendiğin zaman, çevrende seyahat konusunda tecrübelenen arkadaşlarında çok fikir veriyor. Son olarak, Jabiroo ekibi kafama Patagonya fikrini soktu. Bir de Vietnam demişlerdi, onu da öncelikli listeme aldım. Bir de artık, internet var, girip bakıyorsun; bir yerler sana cazip geliyor bir de bizim için gideceğimiz yerin fotoğrafik oluşu önemli. Bir yerde alışveriş yapılması bize bir şey ifade etmiyor. Gittiğimiz yerde renk olması önemli. En son Küba seyahatimiz mesela, açıkçası dehşete düştük çünkü her yer rengarenk ve rengarenk olduğu zaman sen, koy makineyi çek. Dünyanın en güzel fotoğrafları çıkıyor. Hiçbir şey yapmana gerek. Dolayısıyla renkli olması, doğal olması bize cazip oluyor. Okuyorsun, araştırıyorsun, gezen arkadaşlarından bilgi topluyorsun. Araştırdıkça da karşına çıkıyor tabi, öyle öyle gelişiyor, seyahat dergilerini takip etmeye başlıyorsun, seyahat içeren filmler izlemeye başlıyorsun. İtalya’nın köylerinde veya Fransa’nın kasabalarında geçen bir aşk hikâyesiyse hemen izlerim, bankodur bizim için.
Elbette ki kolay değil, yıllarını veriyorsun. İlk seyahat etmeye başladığında ne yapacağını bilemiyorsun, nereden başlayacaksın, nereye gideceksin, nasıl gidilir bocalıyorsun. Hadi bileti aldın, oteli de ayırttın ama örneğin kaldığın yer gürültülü bir sokakta yer alıyor. E ne olacak, biraz bilen ve daha önce gitmiş insanlardan danışmanlığını almak önem kazanıyor. Turla gezmeyi de çok sevmiyorsan – biz fotoğraf çektiğimiz için gruptaki diğer insanlara durun biz fotoğraf çekeceğiz diyemezsin- çok uygun olmuyor. Ama arkadaşımın bir şirketi var Secret Seven Travel, onunla seyahat ediyorum çünkü bana göre bir tur anlayışı var. Onun dışında butik tur anlayışına dönüyorsun. Zamanında, Ayşe Yağcı (Jules Verne Genel Müdürü ve Jabiroo Kurucu Ortağı)Fas organizasyonu yapmıştı bize karı koca ve her şeyimizi ayarlamıştı. Ve iyi ki öyle gitmişiz çünkü bazı destinasyonlar Avrupa gibi değil, öyle “Gideyim abi, ben bulurum” diyemiyorsun. Fas da Küba da öyle yerler. Afrika, Laos, Kamboçya öyle değil. Roma’da kendi başına bilmesen de idare edebilirsin ama uzak kültürleri iyi bilmen lazım. Kafama göre gidip, bir yerde kalıyorsun örneğin, o bölgede gece belli bir saatten sonra sokağa çıkma deniyor, olmuyor yani. Tatilde en kıymetli şey vakit; zaten parayı harcıyorsun, herkes kendi bütçesine göre bir para ayırıyor, ben de çok para harcamayı sevmiyorum ama nasıl? Eskiden zaman kısıtlı olunca, en hip mekan olsun, en pahalısı olsun diyordum. Şimdi daha uzun süreli seyahat ettiğim için daha lokal yerleri tercih ediyorum. Her fiyata, her şey var önemli olan birileri sana doğru adresler söylesin. Örneğin, ben İtalya’nın köylerinde öyle güzel yemekler yedim ki, atıyorum şimdi sen gitsen ben sana söylesem, yerleri belirtsem bulursun ama tek başına git, kaybolursun.
Bugüne kadar gidip en çok etkilendiğiniz seyahat hangisi?
Annem ve babamla yaptığım Almanya seyahati ve son seyahatim Küba. Zaten seyahatte insanın aklına, bir ilki bir de son gittiği yer kalıyor.
Ölmeden önce gidin diye önereceğiniz yerler
Çok yer var çünkü benim uçuşla ilgili sıkıntım var, ben bunu yavaş yavaş kırıyorum. Bir keresinde, iş için Güney Afrika’ya gitmek zorunda kaldığımda kırmak zorunda kaldım, çok uzun uçuşları tercih etmiyorum. Bunu da bilinçaltımda şöyle hallettim; değişik bir yere gidelim diyoruz, ben çaktırmadan yine yakın yerleri öneriyorum; örneğin “Bak, daha San Sebastian ve çevresini keşfetmedik” deyiveriyorum. O yüzden artık Avrupa’yı köy köy bilir olduk. Avrupa’yı iyice gezdiysen tabi ki uzak rotalara gitmen gerekiyor artık. İnsanın coğrafyası değişiyor. Gezegen değiştirmiş gibi hissediyorsun.
En son Küba uçuşumuz da uzun olsa da rahat gittim. Benim kaplumbağa gibi bir sırt çantam var; içinde kitaplarım, dergilerim, ferahlatıcı spreyim, kremlerim her şey vardır. Evimi yanımda taşımışım hissi oluyor, patiklerime kadar koyarım çantaya.
Bir senelik planlarım içerisinde Güney Amerika’yı görmek çok istiyorum. Laos, Kamboçya var. Daha yakınlarda Puglia Bölgesi var İtalya’da. Puglia için Jabiroo.com’dan seyahat programı alıyorum. Bana, sabit bir şeyler hazırlayın ama onun dışında serbest zaman kalacak şekilde bir program istedim. Böyle bir program benim işimi çok kolaylaştırıyor, böylece 10 günlük bir tatili 5 günde rahatça yaşayabiliyorsun.
Seyahatlerinizde nasıl otelleri tercih ediyorsunuz?
Ben büyük otelden hiç hoşlaşmam. Ben her zaman butik, küçük otelleri tercih ederim. Hatta birinin evini çevirdiği bir yeri de tercih edebilirim. Artık öyle odalar da var “apartamentos” dedikleri. Arkadaşlarla gittiğimizde bu daireleri tercih ediyoruz. Adanın arkadaşları ve aileleriyle gittiğimizde, çocuklar bir arada uyumak istedikleri için evde kalmak daha rahat oluyor. Evin temizleniyor zaten. Kahvaltıyı da ister evde hazırla ister in bir kafeden al sandviçini. Hem de çok ekonomik oluyor. Her bütçeye uygun bulursun.
Ya benim gibi saatlerini bilgisayar başında geçirip, araştırıp, karşılaştırıp bulacaksın ya da danışmanlık hizmeti alacaksın. Sana program ulaştıktan sonra dilersen gir o otel neredeymiş bak, çevresindeki diğer otelleri incele. İşte bu noktayı bulmak zor. Bunlar önemli ayrıntılar, seyahatin güzelliği de küçük detaylarda gizlidir. Mesela ben bir yere baharda gidiyorsam ve bahçesi yoksa bahçesinde kahvaltı edemezsem kalamam orada. Sen beni istersen 7 yıldızlı bir otele yolla, ben onun bahçesinde kahvaltı edemiyorsam bu benim için kötü bir tatildir. Bu seçimler kişiye göre değişir tabi ki. Kimi böyle lüks ve büyük otellerden hoşlanır. Ama bana bul birkaç odalı, bir kadının işlettiği otel, küçük bir bahçesi olsun benden mutlusu yok! Bunlar da bilmek, aramak ve kişiye özel durumlar.
Haklı şöhret sahibi olduğunu düşündüğünüz yerler ve sahip olduğu şöhreti hak etmediğini düşündüğünüz yerleri bizimle paylaşır mısınız?
İtalya’nın her yeri için değerdi diyebilirim. Boşuna dünyanın turizm açısından en zengin ülkesi değil. Benim için gerçekten olağanüstü. Özellikle Toskana bölgesi çok başka. Küba için ise insanlar ikiye ayrılır; kimi bilek keser çok sever; kimi nefret eder. Tıpkı son zamanlarda Fatih Altaylı’nın nefret etmesi, benimse beğenmekten ölüp bitmem gibi. Benim için Küba, herkesin özellikle birkaç yıl içinde mutlaka gidip görmesi gereken bir destinasyon. Amalfi Kıyıları da çok güzel.
Nasıl baktığınla da ilgili bu biraz. Örneğin, Mykonos… Hep nasıl anlatılır; “Marjinal bir gece yaşamı.” Bana göre, Mykonos çoluk çocuk rahatlıkla tatil yapabileceğin bir ada, hatta Bodrum’dan daha rahat tatil yaparsın. Bodrum daha marjinal. Çeşme’de de daha zor tatil yapılır Mykonos’tan çünkü Çeşme’de denize sıfır kalabileceğin çok bir yer yok, hele küçük çocuğun varsa kumda oynayabileceği yer seçeneği çok yok. Nereye gidiyorsun bunun için, büyük otele. Benim gibi büyük otel sevmiyorsan patladın. Fiyatlara bak, uçar. Ben Mykonos’ta kaldım bir yerde, yine Jabiroo’nun organizasyonuyla. Resmen kumun üzerinde, bikini değiştirmeye odaya gidebildiğin bir otel. Bütün çocuklu aileler orada kalıyordu. Bu adanın neresinde kaldığınla ilgili, gidip çıplaklar kampında kalırsan, “ Ay bu Mykonos ne biçim bir yermiş?” dersin. Akşamları çarşısında geziniyorduk, zaten Bodrum çarşısına benzer. Çok tatlı yerlerde yemekler yedik. Bana göre Mykonos, çocuklarla gidebileceğin şahane bir tatil yeri. Gençlerin eğlenebileceği barlar da var, ev yapımı yemek yiyebileceğin yerler de, pahalı restoranlar da.
Mykonos’ta en lüks otelin plajına girdim meraktan, ne yapacaklar diye. Kuma havlu attım, uzandım. Çalışanlar gelip 1bir şey ister misiniz?”, dediler, “Yok, sağ olun.” Dedim, daha sonra bize su ikram ettiler. Sen bunu Türkiye’de özel bir plaja gir bakalım nasıl kovuyorlar seni. Çünkü orası kum, eğer şezlongunu kullanırsam çıkarır parasını öderim.
Deniz, yüzmek sevenler için ise Hırvat Kıyılarını öneririm, şahane. Ama çok lüks aramayacaklar orada. Onlar daha yeni sosyalizmden çıkmış. Dairelerini “apartamentos” dedikleri sisteme yeni yeni döndürüyorlar. Bunun da bir keyfi var. Çok büyük tasarımlar beklemeyin. Ama her yer halka açık, her yerde soyunma kabinleri var. Bütün karayolundan geçerken, herkes rahatça denize ulaşabilsin diye yollar var.
Mesela Santorini, daha abartılmış bir yer. Evet, çok fotoğrafik ve ben de tekrar gitmek isterim birkaç günlüğüne. Ama böyle uzun zaman kalayım da tatil yapayım diyeceğin bir yer değil. Deniz zaten aşağıda, inmek bir dert çıkmak bir dert. Biz bir gün gittik, tamam gördük çok güzel. Oraya gidip bir deniz tatili yapayım diyemezsin. Oia tarafında çok fotoğrafik görüntüler var, yemek yedin fotoğrafını çektin, tamamdır.
Son haftalarda okuyan herkesi etkileyen Küba seyahatinizdeki izlenimlerinizi bir kez daha bizimle paylaşır mısınız? Bize Küba’nın devrimci ruhunu ve özgün yaşamını birebir hissettirdiniz.
Küba, gerçekten bir rüya. Siz eğer, akşamları avokado kabuğunda havyarımı yemezsem olmaz diyenlerdenseniz hiç gitmeyin. Orada, öyle şeyler bulamazsınız. Her yer rengarenk hele fotoğraf çekmeyi sevenler için. Her ev başka boyalı, o dökülmüşlüğü bile güzel. Pırıl pırıl bir ülke, asla pis değil. Baktığında şampuan yok ama bir tane ter kokan insan yok. Çocuklar okula gidiyorlar, o giydikleri çoraplar sakız gibi bembeyaz. Temizliğe çok önem veriyorlar. Ben bir okulu ziyaret ettim, akan muslukları yok. Bir tane tas koyuyorlar, öğretmenlerin elinde bir pet şişe, tüm çocukların kendi havluları var havluluğa asılmış. Beş yaşındaki çocuklardan bahsediyorum bu arada. Sırayla ellerini yıkıyorlar ve ellerini birbirini çarparak, ellerini kurutuyorlar oyun gibi. Beslenme saatinden önce mutlaka yapmaları gerekiyor, öğretmenleri tek tek kontrol ediyor.
Kavga eden yok, sokaklarında 1 Euro verip girdiğin dans kulüpleri var ama öyle kapalı bir mekan değil. Çay bahçesi gibi, açık alanda düşünün. Plastik masa ve sandalyeler var her tarafta. Gruplar geliyor sıra sıra. Çok iyi müzik yapıyorlar ve ortada herkes dans ediyor ve biz yarışmaya geldiğimizi zannettik, o kadar iyi dans ediyorlar. Gelen turistleri dansa kaldırıyorlar. Biz tabi kapitalist düzenden geldiğimiz için, davet edilince “Kesin bir şey isteyecek benden” diye düşünüp, çekindik ilk başta. Biz, bütün kirlenmiş benliğimizle art niyet arıyoruz ama adam yalnızca dans etmek istiyor, dans ettikten sonra da gidiyor. Dans etmeyi seviyorlar. Hele dışarıdan gelen bir kültüre dansını göstermekten çok mutlu oluyor. Ben bir kıza sordum; habire adam öpücük atıyor falan “Bu ne, durmadan öpücük atıyor.” Dedim, “Seni beğenmiş, beğendiğini gösteriyor” dedi. “Peki, yanıma gelirse ne olacak?” dedim, “Gelsin, beğenirsen sen de ona gülersin, konuşursun. Beğenmezsen, yok teşekkür ederim deyip, arkanı dönersin. Ne yapacak ki sana?” dedi. Bizim gördüğümüzde neler yapmaz ki! Bizde, parçalarını nereden toplayacağını bilemezler, sonra da sen suçlu olursun. Kadın kuyruk sallamış, bakmıştır, kız başına dolaşıyorsa tabi ki kesilmeyi hak ediyor, derler sonunda. Orada bir kadına dokunmanın cezası bile 5 yıldan başlıyor. Bana kız sordu “Sen sapık mısın, nereden aklına geliyor böyle şeyler?” diye. Ben de dedim ki, “Yok düşünmüyorum, biz bunları yaşıyoruz”.
Yokluk ve yoksulluğun ayrı kavramlar olduğunu ben bu yaşımda, orada öğrendim. Yokluk ve yoksulluk apayrı iki şeymiş bu hayatta. Çok yokluk var orada, bir sürü şey yok ama yoksulluk yok. Yoksulluk, aslında varlık içinde bir şeylerin eksikliğini duymak üzerine kurulu. Tabi ki onlar da daha fazlası olsun istiyorlar ama dilerim her şey bundan sonra da hep eşit dağıtılır orada çünkü insanlar arasında eşitsizlik yok. Rekabet yok. Bir yere yetişme derdi yok. Her yer park, ağaçlar ormanlar sarıyor etrafı. Bir bina kendi kendine yıkılırsa, yerine bina yapamıyorsun devrim yasası gereği, yerine park yapılmak zorunda. Her yer yeşil. Herkes gülüyor, sakinler ve mutlular. Keyifliler yani. Tabi ki onlar da artık turistlerin üzerindeki çantayı, ayakkabıyı görüp fark ediyorlar. Uyarıcıların etkisinde arzulamaya başlamışlar çünkü gördükçe onun sende olmadığını ve eksik olduğunu fark ediyorsun. O zaman yoksulluk başlıyor aslında, hiç kimse de yoksa bunun yoksulluğunu hissetmezsin. Görüp de istememek imkansız ve neden benim yok der insan. Kavga neden doğuyor; biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar. Orada yoksa kimsenin yok, varsa herkesin var.
Yıllarını gazeteciliğe vermiş birinden çok daha etkileyici bir dilde aktarıyorsunuz yazılarınızı, anlatmak istediklerinizi...
Ben yazıyorum gazetede ama bu beni gazeteci yapmaz, gazeteci olmak başka bir kondisyon. Ben, bir lokma yazmaya meraklı bir insanım, hep öyle oldum, bir de çok okuyorum. Onun dışında da oyuncu olduğum için gözlem yeteneğim var, ben sadece gördüklerimi aktarıyorum. Bunu, ben araştırmacı gazeteci şeklinde anlatmıyorum. Gezip gördüklerimdeki hislerimi, izlenimlerimi paylaşıyorum. Ben insanın kendine bakarım, insanla konuşurum, mutlu mu diye.
Gelelim, sizin yazılarınızla aynı döneme denk gelen Altaylı gözünden Küba izlenimi ve patates yoksunluğuna…
Bu bir bakış açısı. Sen Ferrari çok seviyorsan ki, Fatih Altaylı Ferrari’yi çok seven bir insan. Sana o zaman Küba zevk vermeyebilir ama ben eski Amerikan arabalarını sevdiğim için bana çok güzel geldi. Dolayısıyla buradan bağlayacak olursak, seyahat dediğiniz kişiye özeldir. Bu, birininki kötü birininki iyi demek filan değil, o yüzden ben insanların orası çirkindi, çok kötüydü demesine çok kızıyorum. “Ben beğenmedim” de, benim alınganlığım bu noktada başlıyor. Sen, benim beğendiğim bir yere kötü dediğin zaman bana da hakaret etmiş oluyorsun ve orayı beğenen herkese haksızlık etmiş oluyorsun. Beğenmeyebilirsin, ben beğenebilirim. Ben doğayı, bozulmamışlığı seviyorum, fotoğraf çekmeyi seviyorum. Benim için bir yerde tabela olmaması kadar güzel bir şey yok. Küba’da bir tane tabela yok. Ben İstanbul’da fotoğraf çekemiyorum, hiçbir tarihi eserimizin fotoğrafını çekemiyorum çünkü hepsinin üzerinde bir tabela, reklam var. Gidiniz, bakınız Mimar Sinan’ın Balat’taki eserine, üzerinde bilmem ne akücüsü yazıyor. Bu o eserin üzerindeki taşa çakılı. Hangi vicdan yapar bunu? Benim için bir insana bıçak saplamakla, Mimar Sinan’ın eserinin üzerine reklam yapıştırmak arasında bir fark yok. Gidin Karaköy’e, Bizans’tan kalma manastır otopark olarak kullanılıyor. Buradan yine Küba seyahatine gelirsek “Her şey 1956’da kalmış gibi” demek bir şikâyet olabilirken, benim için bu bir lütuf ve bence bu çok kıymetli. Bir şeyleri korumuş olmak, değer vermek. Örneğin, Mykonos’ta da tabela yok. Louis Vuitton bile tabela asamıyor, camında yazıyor sadece. Ama Bodrum’da bir fotoğraf çekmeye kalk bakalım! Aslında Bodrum dünyanın en güzel coğrafyası. Ben fotoğraf çektiğimde çok çirkin çıkıyor, çünkü bir yerden anten, diğer yandan uydu çıkıyor. Diğeri janjanlı ışık dolandırıyor kalenin üzerine, diğer tarafta çeşit çeşit tabelalar. Ondan sonra soruyorlar “Neden Mykonos?”. İşte, bu yüzden.
Sonuç olarak, seyahat bir zevk meselesi. Herkesin de kendi zevkine uygun tatil yapması ancak onu mutlu edebilir, ben bunu öğrendim. Ben bir zamanlar, Hisarönü’ne gittikten sonra bir arkadaşıma, çok güzel diye anlattım. Bahsettiğim de 10 sene önceki Hisarönü, hiçbir şey yok! Arkadaşım, “Nasıldı?” diye sordu ben de anlattım. “Şahaneydi, bir denizi vardı pırıl pırıl, gürültü yok, ses yok”. Onlar da gittiler karı koca ve nefret ettiler. “Gece çıkacağız etrafta bar yok doğru düzgün, gündüz aktivite aradık o da yok”. O günden sonra biri bana gittiğim bir yeri sorduğu zaman önce nelerden hoşlandığını soruyorum. Ona göre artık anlatıyorum. Kendi beğenimi tavsiye etmiyorum herkese artık. Küba’da da durum bu; “Ay tatlım, ben topuklu ayakkabılarımı giyip şöyle bir salınacağım akşamları” diyorsanız Küba’ya gitmeyin tabi ki. Doğa seven, kültür seven, tarih ve bozulmamışlık seven, tarihte yolculuk yapmak isteyenler gitsin. Öbür türlü mutsuz olur insan. Ben bunu asla kötülemek için söylemiyorum. Bu herkesin neyden mutlu olduğuna bağlı.
Sosyal medyada da oldukça aktifsiniz. Ayrıca günümüz koşullarına göre cesursunuz, sosyal medyanın gücü ve etkisi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Sosyal medya atom gibi. Dünyanın en büyük buluşu ama parçalarsan bomba olur. O yüzden, hakikaten dikkatli olmak lazım çünkü sosyal medyada çok ciddi bir şiddet, taciz ve zorbalık var. Ben bunu çok yaşıyorum. Bir şey söylüyorsun, küfürler yağdırıyorlar. Bunu gördüğün zaman, sokakta yaşananlara şaşıramıyorsun. Çünkü o adamlar daha sonra sokağa çıkıyorlar. Herhangi birine o lafları söyleyebilmek, içinde bunları kin ve nefretle doldurmak ruhunla ilgili bir durum. Bir yandan da ben sosyal medyayı çok seviyorum, birçok şeyden anında haberim oluyor, insanlarla çok rahat iletişim kuruyorum, haber veriyorum. Benim için muhteşem ama insanların görgü ve kültürüyle ilgili yine. İnsanlar sosyal medyada birbirini parçalamaya çalışıyor. İnsanlar işsiz, parasız ama buna karşılık başka insanlara bakıyor, üzerine şunu giyiyor altında şu araba var; sosyal medya da eşit bir ortam ama onlar bu eşitliği yanlış anlıyor ve sosyal medyadan saldırıyor. Örneğin Cem Yılmaz’a Twitter’da neler diyorlar, “Bittin sen, gündem yaratmaya çalışıyorsun” diye, oysa adam gösteri yapsa önünde kuyruk oluyorlar, çıkışında 1 saniye görebilmek için. Ben bunları da yaşıyorum, bir kere tesadüfen ben de yakaladım böyle bir kişiyi ve itiraf etti. Ben size sosyal medyada çok saldırdım ama sizi görmek istedim diye. Bir tarafta sana küfürler yağdırırken diğer tarafta imzanı almaya çalışıyor. Hakikaten, şizofren bir ruh durumuna doğru ilerliyoruz. Dolayısıyla, insanlar gerçek hayatta olamadıkları şeyleri sosyal medyada gerçekleştiriyor. Biri, patronu ve eşi tarafından susturuluyorsa, eziliyorsa sosyal medyada kaplan kesiliyor. Bu senin sosyal medyadan ne beklediğin, ne aradığın ve alacağınla alakalı. Hayat da bir seyahat yani, içinde nerelerde dolaşacağına dikkat etmek lazım.