Yazan: Reyhan Sulyak
Dünya’nın yaşadığı en büyük savaşlardan biri olan İkinci Dünya savaşı ile ilgili Türk eğitim sisteminde benim okuduğum yıllarda sadece müttefiklerimiz ve düşmanlarımız öğretilirdi. Her sene Fransa’nın turistik tabir edilmeyecek henüz fazla popülerleşmemiş bir bölgesini gezmeye karar verdiğimizden beri ikinci dünya savaşını ve dolayısıyla dünyanın kaderini değiştiren NORMANDİYA Çıkarması’nın olduğu bölgeyi tanımak çok istiyorduk. On bir yaşındaki oğullarımın tarihe olan ilgileri sayesinde az çok nerelere gideceğimizi belirleyerek her zamanki gibi JABİROO’ya başvurduk. Okulların açılmasına az bir zaman olduğundan 3 gün gibi kısa bir sürede adeta tarihin içinde yaşayarak gerçekleştirdiğimiz bir geziye gittik.
Seyahatimizin ilk gününde Paris’e uçtuktan sonra araba kiralayıp yolumuzu yarım saat uzatmaya göze alarak ilk olarak JABİROO’nun şiddetli tavsiyesi ile Giverny’e 1.30 saat içince ulaştık. Giverny, ünlü ressam CLAUDE MONET’nin evinin bulunduğu küçük ama paha biçilemeyecek bir kasaba. Giverny’nin doğal güzelliğinden etkilenmemek mümkün değil! Claude Monet’nin bahçeleri, kendi deyimiyle bu dünyaya bıraktığı en büyük sanat eseri. Evi, mutfağı, etkilendiği Japon sanatını yansıtan evi ile beraber kasaba adeta kendi başına bir tablo.
Giverny’i gezdikten sonra rotamızı 3 gece kalacağımız Deauville şehrine çevirdik. Deauville’de kaldığımız Hotel Le Barriere, Deauville şehri için size ilk intibayı veriyor; “old Money” yani sonradan görmelerin bir şehri olmadığını ispatlıyor. Klasik stildeki otelin yenilenen odaları içinizi ışıtan bir atmosferde yapılmış. Gider gitmez otelin önünde bizi bekleyen bisikletlerimize atlayıp meşhur Deauville plajına gittik. 1975’ten bu yana Her sene düzenlenen Deauville American Film Festival’in etkilerini de soyunma kabinlerine verilen artistlerin isimleri ile görüyorsunuz.
Deauville’in film festivalinden önce gelen aslında iki büyük özelliği de var Fransızlar için; ilki Parisli zenginlerin hafta sonu Casino için buraya akın etmesi, ikincisi ise Coco Chanel’in Paris’teki ilk mağazasından sonra dükkan açtığı ilk şehir olması. Sizi bilmem ama tasarımları ile ünlü bu markanın dükkanı, özellikle bayanlariçin bu şehre uğrama sebebi olabilecek bir özellik bu:)
Seyahatimizin ikinci gününde Jabiroo bize Unesco sertifikalı bir rehber ve şoför eşliğinde tam gün sürecek bir Mont St. Michel turu ayarladı. Sabah erkenden 2 saatlik yolu gitmek üzere yola çıktığımızda bizi bekleyen sürprizden habersizdik. Yolumuzu biraz uzatarak Kanada ve İngilizlerin İkinci Dünya Savaşı’nda işgal altında olan Fransa’ya yardım amacı ile düzenledikleri ve D-Day Landing adı verilen mücadelenin önemli noktalarından olan ve de Almanların bu işgalde kuvvetli olduklarını ispat eden meşhur beton ile kaplı Bunk adı verilen sığınaklarını ziyaret ettik. Bunk’ların içi askerlerin aylarca içerde mücadele etmelerini sağlayacak erzak ve mühimmat ile dolu. İçeriye girdiğinizde gerçek silah ve bomba sesleri ile savaşın nasıl korkutucu olduğunu adeta size yaşatan bir atmosfer ile karşılaşıyorsunuz.
D-day landing mücadelesinin en önemli unsuru olan Dakota’nın DC3 modeli uçağı ise bu bunk’ların yanına inip bir mücadeleyi başlatmanın verdiği adeta bir gurur ile sizi karşılıyor aynı sahada.
Bu alandan sonra bu cesur DC 3’lerin arkalarında ahşaptan yapılma, motorsuz, içlerinde 30’ar asker taşıyan Glider’ları sessizce indirdikleri ve işgalin yönünü değiştiren Pegasus Bridge’e vardık. Pegasus Bridge’den sessizce gelen bu saldırı ile Almanlardan kurtulması Normandiya çıkarması için tarihi bir gece... İkinci Dünya savaşı ve belki de dünyanın kaderini değiştiren bu mücadeleye yerinde tanık olmak hem bizi hem çocukları büyülemenin ötesine geçti diyebilirim...
Mont St. Michel için yola çıktığımızda ise uzaktan adayı gördüğünüzde hissettiğiniz his, ilk defa Eyfel kulesini görmekten belki de daha büyüleyici. Zaten dünyada en çok ziyaret edilen yerlerden biri olması da şaşırtıcı değil. Manastır adası olan Mont St. Michel, Fransızların yaşadığı tüm işgal ve savaşlarda tek ele geçirilemeyen noktası. Unesco tarafından büyük önlemler ile koruma altına alınması sevindirici.
Rehberimiz bize bu adanın tarihini ve önemini anlatırken işini ne kadar severek yaptığını bize de hissettiriyor, gözlerindeki heyecandan anlıyorduk. 8.yy başlarında bir rahip tarafından kurulmuş olan kilisenin daha sonradan nasıl bir manastıra ve sonrasında da gelmiş geçmiş tüm kralların en değer verdikleri bir kaleye dönüştüğünü dinlemek ve görmek paha biçilemez bir deneyim. Adada gel-git çok kuvvetli olduğu için Mont St. Michel’i ziyaret etmek yetkililer tarafından çok organize ve düzenli hazırlanmış.
Seyahatimizin üçüncü günü ise oğullarımın en heyecanla bekledikleri gün idi. D-Day Beaches’i görmeye gidiyorduk. Pegasus Bridge saldırısının olduğu aynı gece Kanada - Amerika – İngiltere bölüklerinin birleşmiş, 6 temmuz 1944’de Fransa’nın Normandiya kıyılarından büyük bir taarruza geçtiler. Amerika askerleri Utah ve Omaha Beach’ten, Kanada askerleri Juno Beach’ten, İngiltere askerleri ise Gold ve Sword Beach’ten saldırıya geçti. İnanılmaz bir strateji ile gerçekleşen saldırıda ise hayatını kaybeden genç askerlerin sayısı ve yaşanan şiddet içinizi burksa da savaşın ne kadar acımasız olduğunu bir kez daha görüp insanlık için üzüntü hissetmemek elde değil. Vaktimiz kısıtlı olduğu için biz sadece Gold Beach ve Omaha Beach’i ziyaret ettik.
Gold Beach’in stratejik önemine ve saldırının -zamanın şartlarına göre - nasıl güçlükle yapılan bir mücadele olduğuna da tanık olduk.
Golde Beach’ten sonra en büyük mücadelenin yaşandığı ve ilk birkaç saatte 3000 askerin hayatını kaybettiği Omaha Beach’i gezdik. Çıkartmanın 60. Yılında dikilen bu anıt askerlerin anısına dikilmiş.
Omaha Beach’in ardından Amerikan Şehitliği’ni ziyaret ettik. Daha kapıdan girer girmez Fransa’dan Amerika topraklarına geçtiğiniz hissi ile karşılaşıyorsunuz. Yeşilliğin düzenlenmesi, yıllar geçse bile yas tutulmaya devam edilmesi ve bu kadar çok ziyaretçinin olması tüylerinizi diken diken ediyor. Bazısı isimsiz olan mezar taşları kalbimize saplandı. Savaşın acımasız vahşiliğini tüm dünyanın görmesine rağmen hâlâ savaşların istendiği bir dünyada yaşıyor olmak çok üzücü… Geçmişi öğrenmeyen ve ders çıkarmayan kitlelerin buna sebebiyet verdiğini düşünmek sanırım yanlış olmaz.
Normandiya gezimizi ertesi gün noktalayıp eve dönmek için yola çıktığımızda çok okuyan mı çok gezen mi sözüne de cevap bulmuş olduğumu düşünüyordum. Okumamış olsak bu bölgeyi duymayacak gezmemiş olsak hissedemeyecektik... Hissetmek için gezmek, duymak için okumak...
Yazımın sizde merak uyandırıp tarihe tanıklık etmeniz dileğiyle...